Edward karanlığın çökmesi ile yakılan ateşin etrafında oturan askerlerinin yanına ilerlerken kuzgun gözleri etrafı kolaçan etmeye devam ediyordu. Her zaman grupta en büyük çadırı kurdurup, en küçüğünde konaklardı. Bu düşmanlarını atlatmasını sağlarken komutanının sıkıntı ile ateşi eşelediğini görünce ona doğru ilerledi.
“Komutan?” Kralın sesi ile hızla yerinden doğrulan adam ona karşılık vermişti.
“Kralım,”
“Neden bu kadar dalgınsın? Görevde dalgınlık ölüm getirir bilmiyor musun?”
“Bağışlayın Kralım, bir daha olmayacak.”
“Ne düşünüyorsun?” Kralın sorusu ile susan komutan Edward’ın “Hadi çekinmeden söyle,” diye diretmesine karşı koyamayarak aklındakileri söylemişti.
“Bu gün olanları Kralım.”
“Bu gün ne oldu ki?” Komutan biraz şaşkın biraz da üzgün bir şekilde Edward’a bakmıştı.
“Bu gün ilk kez sivil halka güç kullandınız? Bu duyulursa size olan sevgilerini kaybetmelerinden korkuyorum.”
“Bu göreve çıktığımda ilk kez güçlerimi kullanmaya karar verdim komutan. Bunu sana söylüyorum çünkü korkup şaşırmanı istemiyorum. Ben sessiz kalırken halkım acı çekmeye devam edecek. İlk ve temennim odur ki son kez bu görevde hak edene cezasını vereceğim.” Komutan şaşkın bir şekilde krala bakıyordu. Onun gücünün ne kadar ileri seviyede olduğunu biliyordu. Bu gücü halka kullanması işin ne kadar ciddi olduğunu anlamasına neden olmuştu.
“Askerler korktular Kralım.” Edward gülerek komutanın omzuna elini koyarken komutan mahcup bir şekilde krala bakmıştı.
“Korkmaları iyidir, ihanet etmekten çekinirler bu şekilde.” Komutan şaşkınlıkla krala bakarken “Aralarında hain mi var Kralım?” diye sorduğunda Edward başını iki yana sallayarak “Sence aralarında hain olsa şuanda bu kampta olabilirler miydi? Burada yok ama orduda olduğunu biliyorum.”
“Ama bu büyük bir tehlike olur.”
“Merak etme, onlar benim piyonluğumu yapıyor sadece. Endişe edecek bir şey yok.” Komutan kralın sözleri ile rahatlamasa da ona bir şey söylememişti. Edward komutanının endişesini anlayabiliyordu.
“Bu kadar endişelenme komutan, bu görev bittiğinde onları aramıza sokanları büyük bir savaş bekliyor.” Adam kafasını sallayarak etrafa göz atarken askerlerin yavaş yavaş uykuya daldığını görmüştü. Bu gece nöbet tutacaktı. Kral ayaklanarak kendi çadırına girerken çadırın arka kısmından gizlice diğer çadıra geçmişti. Özellikle karanlık bölgede kalan çadır ışıkta duran herkesi görmesini sağlıyordu. Yerdeki şiltenin üzerine uzanarak kılıcını iki avucunun arasına sıkıp göğsüne koyup gözlerini kapatmıştı. Aklında ise sadece prensesinin ne yaptığı dolanıyordu.
“Ah Elizabeth, krallığın geleceği prensesim.” Kral bebeğin kendisi ile tatlı tatlı konuşmasını düşününce istem dışı yüzünde büyük bir gülümseme oluşmuştu. Onu gören Kralın delirdiğini bile düşünebilirdi. Bu göreve zaten çocukları için çıkmamış mıydı? İlerde varislerine daha güvenli bir ülke bırakmak istediği için en hassas olan yanı çocuklara uzanan elleri kesmek için yollara düşmüştü.
***
Kulaklarına dolan yaprak çıtırdaması ile gözlerini aralayan Edward büyük çadıra doğru ilerleyen gölgeleri fark edince yavaşça yerinden doğrulmuştu. Anlaşılan misafirleri vardı. Dudakları çarpık bir şekilde yana kıvrılırken avına odaklanarak beklemeye başlamıştı. Askerlerinin neden hala uyanmadığını bilmiyordu. Kısa bir süre sonra kulağına yankılanan kılıç sesleri ile beklemesine devam ederken komutanının attığı nara ile adamlarla çarpıştığını anlamıştı. Peki diğer askerler neden ona yardım etmiyordu. Daha fazla dayanamayan Edward bulunduğu yerden çıkarak adamlarla tek başına çarpışan komutana yardım etmeye başlamıştı. Edward’ı gören adamlar komutanı bırakıp ona doğru koşarken Edward bu kez kılıcını çekerek düşmanına karşı koymaya başlamıştı. Edward güçleri olsa da kılıcı büyük bir ustalıkla kullanıyordu. İki adamın göğsünü yaran kılıcını çekerken kendisine doğru koşarak gelen diğer adamı hançerini savurarak etkisiz hale getirmişti.
Fazla kalabalık olmayan grup kralın dikkatini çekse de komutanın son adamı da yere sermesi ile son darbesini engelleyerek adamı canlı ele geçirmişti.
“Askerler neden hala uyuyor?” kralın sözleri ile boynuna kılıç dayatılan adam pis bir şekilde gülüyordu.
“Onların uyanmasını bekleme Kral Edward, kolay uyanamazlar.” Kral kaşlarını çatarak adama bakarken boynunda ki kılıcı ateş topuna çevirip adamın yüzüne yaklaştırmıştı. Adam kılıcın kızıllığını görüce korkuyla geriye doğru yaslanmak istese de sırtı yerde olan adamın kaçacak yeri yoktu.
“Kim gönderdi seni?” Adam susarken komutan krala dönerek “Bunlar sınır bölgesini tahrik eden düşman askerleri,” diye onu yanıtladı. Kral aldığı cevapla alaycı bir şekilde gülümsemişti.
“Demek sınırı geçtiniz?” Adamı yerden kaldırarak komutana bakmıştı. “Bu adamı ve diğerlerini ibret olması için sınırda direklere asın! Kral Edward’ın casuslara ve düşmanlara ne yaptığını herkes görsün!” Adam koruyla krala bakarken debelenmeye başlamıştı.
“Bunu yapamazsınız? Biz izinli geçtik.” Edward tek kaşını alaycı bir şekilde kaldırarak adama bakmıştı.
“İzinli mi? İzni kimden aldınız? Benim toprağımda kralına suikast düzenlemesi için düşman askerini sınırdan geçirmeye cesaret edecek kimse yok. Sonlarının en olacağını bile bile kimse buna cüret edemez.”
“Biz bir kaçağın peşindeyiz.” Kral başını iki yana sallayarak komutanına bakmıştı.
“Bu adamın bize bilgi vermeyeceği aşikar. Asın gitsin!” dediğinde adam yerinde kıpırdayarak “Kralın gayrimeşru oğlunun peşindeyiz!” diye adam söylendiğinde Edward duraksamıştı.
“Ne dedin sen?”
“Kral Alexis’in gayri meşru oğlu var, kralın emri ile onu yakalamak için geldik.” Edward şüpheyle adama bakmıştı. Kendi topraklarında bulunabilecek bir prensin varlığını düşünmeye başlamıştı. Bu durum Edward’ın başını ağrıtabilirdi. Ama bir çocuğu öldürüleceğini bile bile kimseye teslim etmezdi.
“Benim topraklarımda sizden kimse yok, öyle olsa benim bilmemem sence mümkün mü?” Adam şüphe ile krala bakarken Edward adamın düşüncelerini okumaya başlamıştı. Edward adamın son düşündüğü ile dehşetle gözlerini açmıştı. Başını iki yana sallayarak komutana adamın ellerini bağlamasını söyleyerek askerleri uyandırmasını söylemişti. Adam şüpheyle krala bakarken Edward onu ayağa kaldırarak biraz ileriye götürüp sert bir şekilde ağaca yaslamıştı.
“Az önce ne dedin sen? Kayıp prens kimin oğlu dedin?”
“Ben öyle bir şey söylemedim?” Adam kralın sözlerini algıladığında korkuyla gözlerini açmıştı. ‘Ama düşündüm, düşüncelerimi okuyor. Lanet olsun’ diye düşünen adam Edward’ın korkunç gülümsemesi ile ürpermişti.
“Bana prensesin nerede olduğunu söyle?”
“O öldü!” kral gözlerini kapatarak acısını içine akıtmıştı. Yıllardır kayıp olan prensesin düşman topraklarda öldürülmesi savaş sebebiydi. Üstelik kralın gayrimeşru çocuğunu doğurmuştu. Adamın gözlerine bir süre daha bakarak hiç düşünmeden adamın kafasını gövdesinden ayırmıştı. Komutanına adamların kellelerini düşman topraklarına göndermesini istediğinde adam endişe ile krala baktı.
“Kralım?” Edward komutanın tereddüdünü anlayabiliyordu. Közleri öfkeyle yanarken emrini yenilemişti.
“Sana ne emredildiyse onu yap. Bizzat krala gönder kafaları!”
“Bu savaş ilanıdır,” Komutan kendi kendine fısıldarken kralın hala kendisine baktığını görünce yutkunarak “Emredersiniz kralım,” diyerek hızla yanından ayrılmıştı. Askerleri güçlükle uyandırdığında ise Edward onların bu tedbirsiz davranışları için saraya döndüklerinde gerekli cezayı alacaklarını bilmelerini yüzlerine söylemişti. Hiçbir zafiyet affedilemezdi. Askerler kabahatlerini bildikleri için susarken komutan nasıl olurda askerlerin derin bir uykuya daldığını anlamaya çalışıyordu. Grup toparlanarak yola koyulurken Edward’ın aklında sadece kayıp gayrimeşru prens vardı.
Kahretsin kayıp çocuk onun yeğeniydi!
***
Üç gün önce…
Genç kadın ocağını yakarken bir şeylerin ders gittiğinin farkındaydı. Sokakta karmaşa sesleri gelirken henüz altı yaşına girmiş olan oğlunu kucağına alarak evin arka tarafından gizlice karmaşanın nedenini öğrenmeye çalışmıştı. Almira, askerlerin evlere girerek erkek çocuğu olanları dışarı çıkardığını anladığında yutkunmadan edememişti. Onları arıyorlardı.
“Annecim?” Almira oğlunun ağzını kapatarak sessiz olmasını söylemişti. Küçük oğlan annesine başını sallarken evin arkasında kalan patika yoldan olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyordu. Sık sık arkasını kontrol ederken kendi evine doğru ilerleyen askerleri görünce korkuyla koşmaya başladı. Kucağında ki oğlan annesinin nefes nefese kalmış haline üzülerek yere inmek istemişti. Almira oğluna bakınca onun korkmuş gözleri karşısında ne yapacağını bilememişti.
“Adrian, buradan gitmemiz gerekiyor. Bizi bulmamalılar.” Adrian annesine korkuyla cevap verirken Almira oğlun indirerek elini tutup olabildiğince koşmaya başlamıştılar. Küçük çocuk yaşına göre oldukça atik bir yapıya sahipti. Ormanlık araziye girdiklerinde Almira azda olsa rahatlamıştı. Burası onun alanıydı. Oğlunun yorulduğunu gören genç kadın duraksayarak ileride sesi gelen dereye doğru adımladı. Güçlerini kullanarak ağaç dalından su içebilecekleri bir kap yaparken Ardian annesine hayranlıkla bakıyordu. Küçük oğlan annesinin gösterdiği gibi su koymak için kap yaparken Almira oğlunun başını öperek “Aferin sana küçük prensim,” dedi. Adrian annesine gülerek bakarken ormanın derinliklerinden gelen köpek sesleri ile hızla doğrulmuştu.
“Anne, köpekler geliyor.”
“Korkma Adrian, buradan hemen gideceğiz.”
“Kim onlar anne, bizden ne istiyorlar?” küçük oğlan aklının erdiğince annesinden cevap almaya çalışıyordu. Almira oğlunun elini tutarak yürümeye başladığında geride bıraktığı patikayı sarmaşık dalları ile sarıyordu. İkilinin geçtiği yollar Almira’nın gücü sayesinde kapanıyordu. Ardian arada arkasına bakarken sesler yaklaşsa da onlara ulaşamayan köpekler ve askerler sarmaşıkları aşmaya çalışıyor ama pek başarılı olamıyorlardı. Almira her bir kesilen sarmaşığın yeniden büyüyüp yolu kapatmasını sağlıyordu.
“Adrian beni iyi dinle, peşimizde olanlar babanın adamları. Onlara yakalanmamalısın, beni anlıyorsun değil mi?”
“Sende yakalanmamalısın.” Almira yıllar önce yaptığı büyük hatayı hatırlayınca kendisine kızmadan edemiyordu. Babası onu eğitim için saray dışına gönderdiğinde aklı bir karış havada prenses olarak o zamanlar prens olan Alexis’e inanarak ülkesini terk etmişti. Alexis’i her hangi bir köylü sanırken onun birkaç ay sonra kral olarak tahta çıkması genç kadını şoka uğratmıştı. Almira farkında olmadan düşman ülkenin kralını sevmiş ve ondan bir çocuk dünyaya getirmişti. Başlarda Alexis’in kendisine olan ilgisi devam etse de Almira ister istemez kendisini kraldan uzak tutuyordu. Hala ülkesine ihanet ettiğini hissediyordu. Şimdi ise Kral’ın oğlunun peşine düşmesi belli ki onların kimliğinin açığa çıkması demekti. Kral onlardan kurtulmak zorundaydı. Bunu anlamamasına olanak yoktu. Kraliçenin iki prensi olsa da Adrian kralın ilk oğluydu. Ne kadar Alexis oğlunu meşru görmese de ülke kanunlarına göre Adrian tahta ilk sırada yer alıyordu. Adrian’a onun anlayacağı şekilde olayları anlatırken küçük çocuk büyük bir olgunlukla annesini dinlemiş ve daha o yaşta zalim babasını affetmemeye karar vermişti.
“Şimdi ne yapacağız anne? Babam bizi bulursa öldürür değil mi?” Almira oğlunun sözleri ile dolan gözlerini saklamaya çalışmıştı.
“Benim ülkeme gideceğiz hayatım.”
“Ama orada sana kötü davranmazlar mı?” genç kadın babasının öldüğünü ve tahta abisi Edward’ın geçtiğini biliyordu. Üzgün bir şekilde iç çekerken tek temennisi abisinin merhametli oluşuydu. Kendisini olmasa bile oğlunu koruyacağına emindi.
“Dayın bizi koruyacaktır Adrian.” Adrian heyecanla “Dayım mı?” diye sormuştu. Almira oğluna gülümseyerek başını sallarken ormanın derinliklerinde sesler daha derinden ve yakından geliyordu.
“Hızlanmalıyız oğlum, hadi. Yarım gün sonra orada oluruz.” İkili adımlarını hızlandırırken oğlunun yorulduğu yerde Almira onu sırtına alarak dinlenmeden yoluna devam etmişti. Hava kararmak üzereydi. Almira ülkesinin sınırını görünce heyecanlanmıştı. Sınırı geçmek için önlerinde sadece bir nehir kalmıştı. Askerlere görünmeden sınırı geçtiğinde daha güvende olacaklardı.
“Adrian, beni iyi dinle oğlum. Bana bir şey olursa Kral Edward’ı bul. Ona benim oğlum olduğunu söyle. Başkasına değil, sadece Kral Edward’a…” Adrian annesine kafasını sallarken Almira üzgün bir şekilde etrafına bakınmaya başlamıştı. Burada gücünü kullanamazdı. Bu topraklarda hemen fark edilirdi. Nehre giren ikili son düze çıktıklarında nereden geldiğini bilmediği bir ok genç kadının sırtına saplanmıştı. Adrian suya düşerken Almira oğlunu son anda yakalamıştı.
“Anne?”
“Adrian durma kaç.” Suda debelenen küçük çocuğa doğru ilerleyen askerler Almira’nın son bir güçle elini uzatarak gözüne kestirdiği en ağır ağaç dalını askerlerin üzerine kırbaç gibi indirmesiyle yarıda kalmıştı. Akıntıya kapılan askerlerin çoğu naralar atarak kurtulmaya çalışırken Almira yorgun düşmüştü. Son gayretle sarmaşık dalına sardığı oğlunu kendi topraklarına bıraktığında oğlunun korku dolu bakışları arasında kendisini akıntıya bırakmıştı. Küçük çocuğun kulaklarına annesinin “Dayını bul Adrian!” diye yankılanan tiz çığlığı olmuştu. Adrian gözyaşları içinde annesinin karanlık suda kaybolmasını izlerken, annesine yapılanları babasından soracağına yemin etmişti. Annesini kendisinden alan herkesten hesap soracaktı. Kendisine doğru gelen askerleri gören küçük çocuk ormanın derinliklerine doğru koşarken geride kalan annesi için ağlamaya devam ediyordu. Kimseye acımayacaktı.
Karanlık ormanda korkuyla ilerleyen Adrian az ilerde parlayan ışığa doğru küçük adımlarla yaklaşmıştı. Etrafına dikkatle bakarken yerde yatan askerleri görmüştü. Üzerinde ki kıyafetlerden babasının adamları olmadığını anladığında acıkan karnını doyurmak için dikkatli adımlarla onlara doğru yaklaştı. Daha dört yaşındayken annesinin keşfettiği gücü ile askerlerin üzerine elini açarak üflediğinde onları derin bir uykuya hapsettiğini biliyordu. Üç çadır vardı, ikisi küçük birisi kendisine göre kocamandı. Uykusu gelse de duramayacağını biliyordu. Askerlerin çıkınından ekmek ve peynir alarak alığını gidermeye çalışırken uzaklardan yankılanan seslerle hızla yerinden doğrulmuştu. Küçük adımları karanlık ormanda kaybolurken geriden gelen kılıç seslerinden uzaklaşmak için elinden geleni yapıyordu. Naralar atan adamların sesleri onun yaşında bir çocuk için korkutucuydu. Son kılıç sesine kadar Adrian oradan uzaklaşmayı başarmıştı. Kendisine kalacak bir yer ve saraya ulaşabileceği bir at bulması gerekiyordu.
***
“Cariye Nadia, beni çağırmışsınız?” Ronald kendisini çağıran kadına doğru ilerlerken Nadia sarayda sadece Ronald’a güvenebileceğini biliyordu.
“Bana bahçede eşlik eder misiniz?” Ronald sarayda kapalı kapılar ardında her zaman bir kulak olduğunu bildiğinden kadının isteğini kabul etmişti. İkili saray kapısından genç kadının özenle ilgilendiği bahçeye çıkarken Ronald endişeliydi.
“Bir sorun mu var hanımım?” Nadia yeterince uzaklaştığını düşünerek adama döndü.
“Önemli bir sorunumuz var Ronald.” Kadın etrafına bakarak hizmetlilerden yakında olup olmadığını anlamaya çalışmıştı.
“Sizi dinliyorum?”
“Birisi prensesin hasta olması için sütüne ilaç katıyor!” Nadia’nın sözleri biter bitmez Ronald’ın gür sesi ortamda yankılanmıştı.
“Siz ne dediğinizin farkında mısınız?”
“Lütfen sesinizi alçaltın!” Ronald yaptığı hatayı anlayarak sesini alçaltarak sordu.
“Bundan emin misiniz?”
“Emin olmasaydım size söyler miydim? Tesadüfen öğrendim ve kimin yaptığını bilmiyorum. Prensesin başına bir şey gelirse ilk sorgulanacak olan kişi bizleriz. Bu yüzden sizden yardım talep etmek zorundayım.”
“Prenses bana emanet hanımım. Onun kılına zarar gelmemeli. Bir şekilde halledeceğime emin olabilirsin.”
“Teşekkür ederim.” İkili dikkat çekmemek için bir süre bahçede dolanarak saraya giriş yaptıklarında Nadia odasına giderek prensesin başında beklemek istiyordu. Ronald ona eşlik ederek prensesi ziyaret ederken cariyenin kapısında olan kişi dikkatini çekmişti. Sessiz bir şekilde Cariye Nadia’nın odasına girmek üzereyken yakalandığını fark etmeyen adam Ronald’ın “Sizin burada ne işiniz var?” sorusu ile yerinde sıçramıştı.
“Torunumu görmeye geldim!” Adam kraliçenin babasından başkası değildi. Nadia öfkelense de sesini sakin tutarak konuştu.
“Sanırım odama girmek için öncelikle benden izin almanız gerekiyordu. Sizi bu kadar destursuz davranmaya iten gücü merak ediyorum.”
“Prensesi görmek için sizden izin alacağımı düşünmüyorsunuz sanırım.” Adam dik başlı bir şekilde genç kadına cevap verirken aklından ‘Lanet olsun, prensesin hasta olması gerekiyordu!’ diye geçirmesi Nadia’nın öfkelenmesine neden olmuştu.
“Elbette benden izin alacaksınız! Kral Edward prensesi bana bıraktı. Benim ve Ronald dışında kimse ona yaklaşamaz. Şimdi derhal burayı terk edin. Bir daha sizi bu kısımda görürsem kral gelene kadar tutuklanmanızı sağlarım.” Cariyenin sert sesi Ronald’ı bile şaşırtırken yaşlı adam dişlerini sıkarak Nadia’ya bakmıştı.
“Kraliçe bu davranışınızı öğrenecektir.”
“Elbette, istediğinizi söyleyebilirsiniz. Emin olun kralda bu gün olanları öğrenecektir.” Adam topuklarını vura vura oradan uzaklaşırken Ronald hala genç kadına şaşkın bir şekilde bakıyordu.
“Hanımım?”
“Konuşma Ronald, inan çok gerildim.” Kadının sözleri adamı gülümsetse de bunu belli etmemek için başını diğer tarafa çevirmişti. Odanın kapısını açan hizmetlilere ters bir bakış atarak “İçeri giren oldu mu?” diye sordu. Hizmetliler az önce olanlardan çekindikleri için hemen cevap vermişlerdi.
“Girmedi hanımım.” Nadia onlara çekilebileceklerini söyleyerek Ronald ile odaya girmişti. Bebek hala mışıl mışıl uyuyordu.
“Şunun güzelliğine bak Ronald, o kadar masum ki?” Ronald kadına hak vermeden edemiyordu. Prenses çok güzel bir bebekti. Birkaç dakika prensesi izleyen adam izin isteyerek saray işleriyle ilgilenmek için oradan ayrılmıştı. Nadia bebeği kucağına alarak uzandırmadan kendi yatağına yatırmış, kendisi de yanına uzanmıştı. “Acıkmadın mı hayatım, hala uyuyorsun!” Nadia göğsünü çıkararak uyuyan bebeğin ağzına verirken bir süre sonra Elizabeth’in uykusunda emmeye başlaması kadının gülümsemesine neden olmuştu. Bebeklerin uykularında emebildiğini oğlunu yanına yatırdığında bebeğin uykusunda göğsünü alması ile keşfetmişti. Sonrasında arada bebeğini uyurken emzirmeye başlamıştı. Elizabeth göğsünü bıraktığında onun doyduğunu anlayan kadın yerine yerleşerek yanında ki güzellikle uykuya daldı.
***
Nadia kulaklarına yankılanan cılız gülme sesleri ile yavaşça uyanırken gözlerini araladığında başucunda uçuşan rengarenk kelebeklere birden yerinde doğrulmuştu. Odasın da onlarca kelebek vardı. Kimi prensesin burnuna konup onu hapşırtıyor kimi yüksek tavana konarak uçacağı bir yer arıyordu. Gözleri prens ile karşılaştığında çekinerek annesine bakan küçük çocuk elini açarak kelebeklerin açık pencereden dışarıya çıkmasını sağlamıştı. Kelebeklerin yavaş yavaş odadan çıkması ile Elizabeth yüzünü asarak abisine baktı.
“Prensim, anlaştığımızı sanıyordum. Arkadaşların için kardeşin çok küçük.”
“Ama anne, Elizabeth onları çok sevdi,” küçük bebeğe dönerek kocaman gülümsemesi ile “Değil mi Elizabeth?” diye sorunca Elizabeth abisine aynı şekilde gülücükler saçarak karşılık vermişti. Nadia başını iki yana sallayarak laf dinlemeyen oğluna baktı. Prenses onun için yeni bir keşif gibiydi. Sarayda yalnız kalan prensin küçük bebeğe düşkün olması olağan olsa da Nadia Elizabeth’e bir şey olmasından korkuyordu. Kapıdan gelen seslenme ile Nadia bebeği alıp beşiğine yatırarak izin isteyen hizmetliye içeri girmesini söylemişti.
“Hanımım prensesin temizlenme vakti geldi!” Nadia kadına başını sallayarak onay verirken oğlunun ellinden tutarak “Prensim karnını doyurdu mu?” diye sordu. Prens yüzünü asarak elini karnına koyarken Nadia onun yemek yemediğini anlamıştı. Küçük çocuk yaşıtlarına göre oldukça zayıftı.
“Ama olmaz ki prensim, kardeşini korumak istiyorsan yemeğini yiyip güçlü bir adam olmalısın.” Prens annesinin sözleri ile üzgün bir şekilde prensese bakmıştı. Kardeşinin ağlamaklı yüzünü görünce hızla yanına giderek kadına çıkışmıştı.
“Ona ne yaptın? Neden ağlayacak gibi duruyor?” Kadın telaşla prense bakarken Nadia da şaşkınlıkla oğlunun çıkışını izliyordu. Bakışları prensese döndüğünde bebeğin gözlerinde okuduğu gerçekle öfkelenmişti.
‘Çok acıdı Nadia anne!’ Elizabeth’in neden bahsettiğini anlamak için hızla bebeği kucağına alıp bedenini incelemeye başlamıştı. Prensesin baldırında ki morluğu görünce dişlerini sıkarak kadına döndü. Hizmetli Nadia’nın bakışlarından ürkerek hızla başını eğerken “Bu ne demek oluyor, prensese zarar mı verdin sen?” diye sordu. Kadın korkuyla yere kapaklanırken Nadia onun yalvarmalarını duymuyordu bile.
“Dışarıdakiler, askerleri çağırın!” Nadia’nın kesin emri ile birkaç dakikada odanın kapısına gelen iki askere kadını teslim ederken gözlerine bakarak prensese neden zarar vermek istediğini anlamaya çalışıyordu. Kadının aklından geçen isim ile adeta öfkeyle dolarken konuşmuştu.
“Onu tutuklayın, kral geldiğinde cezasını kesecektir.” Nadia’nın sözleri ile kadın yalvarmalarına devam ederken onları uzaktan öfkeyle izleyen adamın varlığını hisseden Nadia başını çevirdiğinde geniş kolanın arkasına saklanan silueti çoktan fak etmişti. Kadının uzaklaşması ile diğer çalışan hizmetlilere dönerek “Beni iyi dinleyin, aranızdan her hangi birinin prensese zarar verdiğini duyar veya görürsem inan kralı beklemeden cezasını kendi ellerimle vereceğim. Size vaat edilenlere fazla aldanmayın! Kral geri döndüğünde hiç şüphesiz her şeyi öğrenecek!” diyerek hızla odasına girip acı çeken bebeği kucağına almıştı.
“Özür dilerim hayatım, seni koruyamadım.” Prenste annesinin yanına oturarak kardeşinin elini avucuna alıp moraran yerine öpücük kondurmuştu.
“Geçti mi kardeşim?” Nadia oğlunun merhametli yüreğine karşılık gülümsemişti.
“Beni anladın mı Prensim, sen güçlü olmalısın ki prensesi koruyabilesin. Şimdi yemeğini yiyip doğru eğitime gideceksin.” Prens bir yıldır eğitim alıyordu. Krallığın tek erkek varisi olduğu için şimdiden onu kral olabilmesi için sıkı bir eğitime sokmuşlardı.
“Ama anne sıkılıyorum, o kitaplar çok sıkıcı.”
“Sıkıcı dediğin kitaplarda ülkemizin tarihi anlatılıyor prensim, lütfen annenin sözünü dinle ve öğretmeninin yanına git.”
“Elizabeth’te benimle gelsin.” Prensin sözleri ile gülümseyen kadın oğlunun saçını öperek “O daha küçük, biraz daha büyüsün seninle gelir.”
“Ne zaman büyüyecek?” prensin diretmesi Nadia’nın daha da gülmesine neden olmuştu. Anne oğlu dinleyen Elizabeth etrafa neşeli gülücükler saçıyordu. Sonunda prensi ikna ettiğinde yorgun düşmüştü.
Güneş odasının penceresinden çekildiğinde genç kadın dikkatle önündeki kasnakta işlemeye çalıştığı panoya bakıyordu. Hava kararmaya yüz tuttuğunda ne kadar süredir oturduğunu anlamaya çalıştı. Prensesin hiç ses çıkarması dikkatini çekerken ağır hareketle yerinden doğrularak beşikte uyuyan bebeğe bakmıştı. Elizabeth derin bir uykudaydı. Odanın içi karanlık olmaya başladığında kapıdan gelen “Hanımım,” seslenişi ile “Gir,” diye hizmetlisine onay vermişti. Odayı aydınlatan kandiller bir bir yanarken elinde yemek tepsisi ile başka bir hizmetli kapıda görünmüştü.
“Yemek saatiniz hanımım!” Nadia kadına içeri girmesini söylerken hemen ardında kendisine servis edecek odan hizmetli dikkatini çekmişti. Elizabeth’in ona verdiği güçten sonra herkesten şüphe eder olmuştu. Nitekim şüphelerinde haksız da değildi. Kadınla göz göze geldiğinde duraksamıştı. Yemek masasının önüne oturduğunda hizmetlinin ağır hareketlerle servis yapmasını izledi. Gözlerini biran oldun üzerinden ayırmadan her hareketini izlemeye başlamıştı.
“Ne kadar süredir bana hizmet ediyorsun?” Nadia’nın sorusu ile hizmetli gözlerini kaçırarak başını eğmişti.
“İki yıldır hanımım.”
“O kadar oldu yani!” düşünceli bir şekilde yemeğini yemeye başladığında sıra erik hoşafına geldiğinde kızın gözlerinin parladığına yemin edebilirdi. Eline aldığı tası dudaklarına götürdüğünde kadının gözlerinden okuduğu şeyle duraksadı. Bir yudum almış gibi dudaklarını ıslatarak tası masaya bıraktığında hizmetliye bakarak “Midem iyi değil bu arala, bana bitki çayı getirmelerini söyle,” diyerek kadını kapıya yönlendirmişti. Elindeki tası hızla her zaman yanında bulunan canlı çiçeğin dibine dökerken kız arkasını dönmeden tası dudaklarından geri çekiyor gibi yaparak masaya bırakmıştı. Onun hoşafı içtiğini düşünen hizmetli memnun bir şekilde dudağını kıvırarak masayı toplamaya başlamıştı.
Hizmetli odanın kapısından çıkacağı zaman Nadia “Bu arada bundan sonra bana gelen yemek ve içecekler tetkik edilecek,” diye söylenmişti. Hizmetlinin eli duydukları ile titrerken son anda kendisine gelerek odadan çıkmayı başarmıştı. Genç kadın duyduklarına inanamıyordu. Yıllardır kendisine ilaç veriliyordu ve onun haberi dahi yoktu. Bakışları yeni uyanmaya başlayan Elizabeth’e dönerken yerinden kalkarak bebeği kucağına almıştı. “Teşekkür ederim prensesim, sayende yıllardır nasıl bir çıkmazda olduğumu öğrendim. Çok teşekkür ederim.” Bebeğin saçlarını öperek kendisine uyku mahmuru bakan ateş gözlere sevgiyle bakmıştı.
***
Yorumlarınızı beklerim!!
Ellerine emeğine sağlık çok güzeldi
Yeni bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum
Ellerine emeğine sağlık çok güzeldi
Yeni bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum
Bakalım prens bulunacak mı
teşekkür ederim. 🙂 umarım bulur…
Çok güzel bir bölümdü aklına emeğine yüreğine sağlık yazarcim yeni bölümü merakla bekliyorum
Yine çok güzel bir bölüm okudum yine harikaydi bakalım haftaya bizi neler bekliyor çok güzel bir hikaye ve her hafta merakla bekliyorum harikasın
Teşekkür ederim. Umarım keyifli bir şekilde ilerler
Sanırım insanların aklından geçeni bilmek iyi olduğu kadar kötü bir şey etrafında kimse kalmaz iyi düşünen ve iyi davranan kimse yok
Emeğine sağlık yazarcim
Harika bir bölümdü
Yeni bölümü sabırsızlıkla bekliyorum♡
Ya prenses’in ölmesine çok üzüldüm;(